ÇEŞİTLİ MESELELER

 

1- Aklî  İyİ ve Kötü

Biz inanıyoruz ki: İnsan aklı nesnelerin çoğunun iyi ve kötü yanını teşhis ve idrak edebilir niteliktedir ki bu, Allah Teâla'nın  insana lütfetmiş olduğu "iyi ve kötüyü tanıma bilgisi (marifeti-" sayesindedir. Binaenaleyh semâvi şeriatlar inmeden önce de insan bazı meseleleri aklıyla kavrayabilmekteydi; adalet ve iyiliğin iyi şeyler olduğunu, zulüm ve kötülüğün kötü şeyler olduğunu; doğru sözlülük, emanete sadakat, cesaret, cömertlik vb. vasıfların iyi olduğunu; yalan, ihanet, cimrilik vb.  vasıflarınsa kötü olduğunu insan aklı kavramakta, idrak edebilmekte ve anlayabilmektedir. Ancak akıl, bütün nesnelerin bütün iyi ve kötü yanlarını idrak edebilmeye kadir olmadığından ve insanoğlunun malumat, bilgi ve becerisi kısıtlı olduğundan bu husustaki eksikliği gidermek için Allah Teâla peygamberleri ve onlarla birlikte semavi kitapları göndermiştir. Böylece peygamberler ve semavi kitaplar hem aklî idrak ve kavrayışları onaylamış, hem aklın kavrayamadığı ve idrakinde yetersiz kaldığı karanlık noktalara ışık tutarak insanoğlunun tamamen aydınlanmasını sağlamışlardır.

Hakikatleri kavrama hususunda aklın bağımsızlığını büsbütün inkar etmek tevhit, Allah'ı tanıma, peygamberler ve semavi dinlerin gönderilişini de inkar etmek demektir; zira Allah'ın varlığı ve peygamberlerin davetinin hak olduğu ancak akıl sayesinde ispatlanabilmektedir. Şeriat kurallarının, ancak bu iki aslın (Allah'ın bir olduğu ve peygamberlerin hak olduğu aslının) aklî delillerle ispatlanabilmesi halinde kabul edilebilir olduğu şüphe götürmez  bir gerçektir, bu iki mevzunun sadece şer'i delille ispatı mümkün değildir.

2- Adl-İ İlâhî ( İlâhî Adâlet)

Bu nedenledir ki biz ilahi adalete inanmakta ve Allah Teâla'nın  kullarına asla zulmetmeyeceğini, kimseyi gereksiz yere cezalandırmayacağını ve kimseyi nedensiz yere affetmeyeceğini, Allah'ın ahdine vefasızlıkta bulunmasının mümkün olmadığını, salih ve dürüst olmayan ve hata işleyen birini kendi elçisi olarak peygamberlikle görevlendirmeyeceğini ve böyle birini mucizelerle donatmasının düşünülemeyeceğini  söylemekteyiz.

Yine inanmaktayız ki saadet yolunu katetmesi için yarattığı kullarını bir an olsun kılavuzsuz ve öndersiz bırakması mümkün değildir. Zira böyle bir şey kötü, yakışıksız ve çirkindir; oysa ki Yüceler Yücesi Allah Teâla hazretleri bütün kötülüklerden, hatalardan; zulüm, çirkinlik ve haksızlıklardan berî ve münezzehtir.

3- İnsanIn Hürrİyetİ

İşte bu nedenledir ki Yüceler Yücesi münezzeh Hak Teâla'nın  insanı hür yarattığına inanmaktayız. İnsanoğlunun fiil ve davranışları onun kendi irade ve ihtiyarından ( yetisinden) kaynaklanır. Zira aksi takdirde; yani insanoğlunun davranışlarında "mecbur" olduğu şeklindeki bir "cebriye" inancına kapılmamız halinde kötülerin cezalandırılması apaçık bir adaletsizlik ve zulüm sayılacak ve iyilikte bulunanların ödüllendirilmesini anlamsız ve bihude bir davranış olarak kabul etmemiz gerekecektir. Böyle bir şeyi Allah Teâla'ya  yakıştırmak ise zulüm ve muhaldir.

Özetle, şunu söylemekteyiz: İnsan akıl ve zekasının, birçok hakikati anlama ve birçok iyiyle kötüyü ayırt etme hususunda hür ve bağımsız olduğunu kabul etmek, din ve şeriatın ana temelini oluşturup semavi kitaplarla ilahi peygamberlerin hakkaniyetine inanmanın aslı demektir. Ancak, insanın idrak ve bilgi kapasitesinin belli bir sınırı olduğunu da kabul etmekteyiz; saadet ve tekamülü için gerekli bütün hakikatleri sırf bununla elde edebilmesi elbette ki imkansızdır ve esasen sırf bu nedenledir ki semavî kitaplar ve ilahi peygamberlerin kılavuzluk ve yol göstericiliğine ihtiyacı vardır.

4- FIkIh KaynaklarIndan Bİrİ de Aklî Delİldİr

Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılacağı üzere İslam dininin temel kaynaklarından biri aklî delildir. Buradaki "akli delil"den maksat, aklın bir şeyi kesin ve tam olarak idrak edip kavraması ve onun hakkında kesin bir hükme varmasıdır. Yani mesela zulüm, ihanet, yalan, haksız yere adam öldürmek, hırsızlık, başkalarının haklarına tecavüzde bulunma gibi konularda Kur'an ve sünnette hiçbir hüküm gelmemiş olsaydı bile biz aklımız aracılığıyla bunları yine kınayıp yasaklayacak, Âlim ve Hekîm Allah Teâla'nın bunları haram ettiğinden emin olacak ve O yüceler Yücesi'nin böylesi şeylere asla razı olmayacağını kavrayıp anlayabilecektik ki bu da başlı başına Allah'ın bir hücceti sayılmaktadır insan için.

Kur'an ayetleri, aklın ve aklî delillerin önemini vurgulayan tabirlerle doludur.

Tevhid yolunu katedebilmeleri için, Kur'an, akıl sahiplerini Allah Teâla'nın yeryüzü ve göklerdeki ayetleri üzerinde düşünüp incelemede bulunmaya davet etmektedir:

"Şüphesiz, göklerin ve yerin yaratılışında, geceyle gündüzün ardarda gelişinde temiz akıl sahipleri için gerçekten âyetler vardır."

Yine Kur'an, ilâhî ayetleri beyan etmekle insanların akıl, düşünce ve idrakini artırmak istediğini açıkça söylemektedir:

"...Bak, iyice kavrayıp anlamaları için ayetleri nasıl çeşitli biçimlerde açıklamaktayız?!"

Yine Kur'an insanları, iyiyle kötüyü birbirinden ayırdetmeye ve bu konuda aklını çalıştırıp düşünce gücünü kullanmaya çağırmaktadır:

"...De ki: Kör olanla (cahille) gören (bilgili) bir olur mu? Yine de düşünmeyecek misiniz?!"

Kur'an nazarında canlıların en kötüsü gözünü kulağını ve dilini kullanamayan ve aklından istifade edip düşünemeyendir:

"...Gerçek şu ki, Allah katında canlıların en kötüsü, bir türlü akıl erdirmez olan sağırlar ve dilsizlerdir."

Akıl ve düşünce konusunda daha nice ayetler vardır...

Bu durumda İslam'ın usul, prensip ve füruu (detayları) konusunda akıl, düşünce, zeka ve tefekkürün taşıdığı önem nasıl görmezden gelinebilir?

5- Yİne Adl-İ  İlâhî

Daha önce de vurguladığımız üzere biz Allah Teâla'nın âdil olduğuna ve hiçbir kuluna kesinlikle zulmetmeyeceğine inanmaktayız; çünkü zulüm, çirkin ve kötü birşeydir, Yüce Allah ise çirkin ve kötü şeylerden tamamen berî ve münezzehtir:

"Rabbin hiçkimseye zulmetmez."

Eğer dünya ve ahirette bazı insanlar cezalandırılıyorlarsa, bunun nedeni bizzat kendileridir:

"...Demek ki Allah onlara (Allah'ın azabına yakalanan geçmiş kavimlere) zulmediyor değildi, onlar kendi kendilerine zulmetmedelerdi."

Sadece insanlar değil, kainattaki hiçbir varlık Allah'tan zulüm görmez:

"Allah, hiçbir zaman âlemlere zulüm istemez."

Bütün bu ayetler, gerçekte insanı aklının idrak ettiği şeye yöneltmekte ve onun hükmünü vurgulamaktadır.

Bu nedenle Biz inanıyoruz ki Allah Teâla kimseye kapasitesi dışında yüklemez:

"Allah, hiç kimseye güç yetireceğinden fazlasını yüklemez."

6- AcI Felaketlerİn  Felsefesİ

Yukarıda vurgulanan gerçekler nedeniyle şuna inanmaktayız ki deprem, doğal felaketler, belalar vb. gibi, dünyada vuku bulan acı olaylar ve felaketlerin nedeni kimi zaman (Lut kavminde olduğu gibi) Allah'ın cezalandırmasıdır.

"(Azab konusunda) emrimiz geldiği zaman onların şehirlerinin altını üstüne çevirdik ve üzerlerine istif edilmiş taşlar yağdırdık."

Nankör ve isyankâr Seba halkı için "Onlar Allah'a itaatten yüz çevirdiler, biz de yıkıcı seli gönderdik onlara" buyrulur.

Bu tür hadiselerin bir kısmı da insanların ibret alıp uyanması ve hak yola geri dönmesi içindir:

"İnsanların kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur ki dönerler diye, (Allah) onlara, yapmakta olduklarının bir kısmını kendilerine taddırmaktadır."

O halde bu acı felaketlerin bir kısmı gerçekte Allah'ın bir lütfudur.

Bir kısım belalar da insanın kendi eliyle kendi başına açtığı belalardır; başka bir deyişle insanın kendi cahilliklerinin neticesidir:

"Gerçekten Allah, kendileri kendilerini değiştirmedikçe bir toplumda olanı değiştirmez."

"İyilikten yana sana ne gelirse Allah'tandır ; kötülükten yana sana ne gelirse, o da senin kendindendir."

7- Kâİnat, En Mükemmel Sİstemdİr

Biz inanıyoruz ki: Yaratılış âlemi en mükemmel sistem sahnesidir. Yani bugün kainatta mevcut bulunan sistem ve düzen, kainatta varolması gereken en mükemmel sistem ve düzendir. Bu muazzam sistemde her şey dakik bir şekilde hesaplanmış olup belli bir düzen ve program üzere yürümektedir; hakka, adalete ve iyiliğe aykırı hiçbir şey yoktur bu yaratılış sisteminde. İnsan topluluklarında görülen kötülükler tamamen insanın kendi ürünü olup yine ona aittir.

Tekrar diyoruz ki biz, İlahi adaleti İslam dünya görüşünün ana temellerinden biri olarak kabul etmekteyiz. Altını çizerek şunu söylüyoruz: İlahi adalet olmazsa tevhid, nübuvvet ve ahiret  meselesi tehlikeye girer.

Bir hadiste, İmam Sadık hazretlerinin (a.s)  dinin temelinin tevhid ve adalet olduğunu vurguladıktan sonra şöyle buyurduğu geçer: "Tevhid, senin kendine reva olanı, Rabbine reva görmemendir (ve O'nu mümkünât sıfatlarının tamamından münezzeh bilmendir); adalete gelince: Kendin yapman halinde seni kınayacağı birşeyi Allah'a nispet vermemen ve O'nun böyle birşeyi yapacağınışünmemendir.

8- FIkhIn Dört Temel KaynağI

Daha önce de değindiğimiz gibi biz fıkıhta dört temel kaynağı tanımaktayız:

1) Kitabullah: İslam ilim ve hükümlerinin ana kitabı ve en ileri belgesidir.

2) Hz. Resulullah (s.a.a) ve masum Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) sünneti.

3) Masumun görüşünde kenetlenecek bir ulema ittifak ve icması (yani bu icma, masumun görüşünü ortaya çıkarabilecek nitelikte olmalıdır).

4) Aklî delil: Maksat kat'i olan akli delildir. Kıyas ve istihsan gibi zanni akıl delilleri hiçbir fıkhi meselede bizce geçerli değildir. Bu nedenle de bir fakih, kitap ve sünnette hükmü apaçık belirtilmemiş olan bir konuda kendi görüş ve fikrine göre bir maslahata karar verecek olursa bu kararı "ilâhî hüküm (şeriat hükmü) olarak ilan edemez (çünkü bu, Allah'ın değil onun kendi görüşüdür).

Aynı şekilde şeriat hükümlerini bulabilmek (keşif) için zannî kıyaslar ve benzeri (salt mantıklama ve ihtimallere dayalı) yöntemler bizde caiz değildir. Ama insanda mutlak anlamda yakîn hasıl olursa, yani mesela zulmün kötü olduğundan; yalanın, hırsızlığın ve ihanetin kötü ve çirkin olduğundan emin olma ve bunlarda yakine varma gibi bir yakin ve emin olma durumu hasıl ederse işte ancak o zaman bu "muteber akıl" hükmünde olur ve "Aklın hükmettiği her şeye, şeriatta hükmeder" hükmü gereğince şeriat hükmü sayılır.

Gerçekten ibadi, siyasi, iktisadi ve içtimâî mevzularda mükelleflerin ihtiyaç duyacağı hükümler için elimizde Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) ve Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) yeterince hadis ve rivayet mevcut olup o tür "zannî deliller"e sığınmamıza hiç gerek yoktur. Hatta "mustahdese" meselelerde, yani zaman geçtikçe insanoğlunun hayatında boy gösteren mevzularla (çağdaş konularla) ilgili hükümlerin çıkarılması  için gerekli genel hüküm ve usullerin Kitapta ve Hz.Resulullah'ın ( s.a.a) sünnetiyle masum Ehl-i Beyt İmamlarının (a.s) kelam ve siyerinde mevcut olduğuna ve bu nedenle de bizim zannî delillere yönelmemizin hiç gereği olmadığına inanmaktayız. Yani o genel hükümlere müracaat edildiğinde "mustahdese" (zamanla ortaya çıkan çağdaş) konularla ilgili hükümler kolayca çıkarılabilmektedir. Bununla ilgili detaylı açıklamalar için başvurulabilecek kaynak eserler mevcuttur.

9- İçtİhad KapIsI Daİma AçIktIr

Biz inanıyoruz ki: İçtihad kapısı şeriat meselelerinin tamamı için açıktır ve görüş sahibi bütün fakihler, fıkhın dört kaynağından istifadeyle ilahi hükümleri çıkararak istinbat gücü ve imkanı olmayanlara sunabilirler. Bu durumda vardıkları görüşün ve elde ettikleri istinbat ve çıkardıkları hükmün bazı konularda geçmiş fakihlerden bazı farklılıklar taşıması pekalâ mümkündür.

Keza; fıkıhta uzman ve görüş sahibi olmayanların, fıkıhta uzman ve görüş sahibi olup yaşadığı  çağ ve mekanın yeni gelişme ve meselelerine vakıf bulunan diri fakihlere uyması ve fıkhî tabiriyle onları taklid etmesinin gerekli olduğuna inanmakta ve "fıkhı bilmeyenlerin fıkhı bilenlere  müracaatlarının lüzumunu bedihiyattan (tartışma götürmez apaçık konulardan) saymaktayız.

Biz bu fıkıh uzmanlarına "taklid mercii"leri diyoruz. Bu nedenle de hayatta bulunmayan bir fakihe birinci dereceden müracaat ve taklidi caiz görmemekteyiz. Fıkhın bütün çağ ve mekanlarda dirilik ve tazeliğini koruması ve böylelikle kendi tekamül seyrini takib etmesi için, sürekli ve kesintisiz bir şekilde hareket halinde olması ve mukallid olanların mutlaka hayatta bulunan bir fakihe başvurması gerektiği inancındayız.

10- Hüküm Ve Kural Boşluğu Yoktur

Biz inanıyoruz ki: İslam'da hüküm, kural ve kanun boşluğu ve eksikliği yoktur. Yani insanların kıyamet gününe değin ihtiyaç duyabileceği hüküm ve prensiplerin tamamı İslam'ın potansiyelinde mevcut olup kesinlikle beyan edilmiştir ki bu beyan kimi zaman apaçık mevzuuyla ortada olup, kimi zaman da genel bir hükmün çerçevesinde beyan edilip öngörülmüş durumdadır. Bu nedenle fakihlerin yeni bir "kanunkoyuculuk" yetki ve hakları yoktur; bilakis onlar, fıkhın dört temel kaynağına müracaatla gerekli bütün hükümleri bulup çıkarmak ve umumun hizmetine sunmakla yükümlü ve mekelleftirler. Nitekim Hz. Resul-i Ekrem efendimize (s.a.a) nazil olan en son sure veya en son surelerden biri olan Mâide 3'de şöyle buyrulmaktadır: "Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam'ı seçip beğendim."

Yukarıdaki ayetten de anlaşılacağı üzere, bütün çağlar ve mekanlar için gerekli fıkhi hükümleri taşımayan ve bu açıdan mükemmel olmayan bir dinin Allah Teâla tarafından "kemale erdirilip tamamlandığı"nın söylenmesi mümkün değildir. Bu sarih ayete binâen İslam ve hükümleri her zaman ve mekan için "tam, mükemmel ve en uygun olan din"dir. Nitekim Hz. Resulullah'ın (s.a.a) Veda Haccı'ndaki şu buyruğu herkesçe bilinmektedir:

"Ey insanlar! Cennete yaklaştırıp cehennem ateşinden uzaklaştıracak her şeyi size emrettim; cehennem ateşine yaklaştırıp cennetten uzaklaşmanıza sebep olacak her şeyi de size yasakladım (gerekli emir ve yasakların tamamını böylece size iletmiş bulunuyorum artık."

İmam Sadık hazretlerinin (a.s) şu meşhur sözlerinde de aynı gerçek vurgulanmaktadır: "Hz. Ali'nin (a.s)  bizzat Hz.Resulullah'ın (s.a.a) emri ve imlasıyla kaleme alıp yazmadığı bir tek İslam hükmü kalmadı; bir insanın vücuduna düşecek küçük bir sıyrığın bile diyeti yazılıp kaydedilmiştir!"

İslam, bütün hükümleri böylesine detaylarıyla belirlediğine göre zannî delillerle kıyas ve istihsan gibi yollara başvurmağa gerek kalmaz.

11- Takİyye Ve Felsefesİ

Kişinin fikrini belirtmesi halinde can güvenliği vb. tehlikeyle karşılaşacağı bir ortamda olması  ve mesela böyle bir tepki gösterecek mantıksız, cahil ve kör taassuba sahip insanların arasında bulunması, üstelik öyle bir ortamda fikrini ve inancını belirtmesinin önemli bir hayra da vesile olmayacağını görmesi halinde fikrini ve inancını gizleyip düşüncesini açıklamaması ve kanının boş yere dökülmesine sebebiyet vermemesi farzdır. Adına "takiyye" dediğimiz bu ameli aşağıdaki iki ayetten ve aklî delilden çıkarmaktayız:

"Firavun ailesinden olup imanını gizlemekte olan mümin bir adam (Musa'yı savunmak için) dedi ki: Siz, "Rabbim Allah'tır diyen bir adamı mı öldürüyorsunuz?! Oysa o, size Rabbinizden apaçık belgelerle gelmiş bulunmaktadır!..."

Görüldüğü gibi bu ayette açıkça "imamını gizlemekte olan" buyrulmaktadır; öyle bir ortamda Firavun ailesinden olan o müminin imanını açıklayıp hayatını tehlikeye düşürmesinin kayda değer hiçbir faydasının olmayacağı apaçık ortadadır.

Yine Kur'an-ı Kerim; sadr-ı İslam Müslümanlarından olup inatçı ve yobaz müşriklerin eline düşen bazı mücahid müminlere takiyye emri vermekte ve şöyle buyurmaktadır: "Müminler, müminleri bırakıp da kafirleri veliler edinmesinler. Kim böyle yaparsa Allah'tan kopmuş demektir; ancak, onlardan korunma gayesiyle sakınmanız ve takiyyede bulunmanız başka."

Binaenaleyh takiyye, yani insanın inancını gizlemesi olayı, yobaz ve tutucu düşmanlar karşısında ırz, namus, can ve malın korunması için gerekli ve geçerli bir durumdur. İnancın açıklanmasının hiçbir hayır ve fayda sağlamayacağı böyle yerlerde insanların hayatını tehlikeye düşürmenin anlamsız olduğu ortadadır, gerekli anlar için Müslümanın nefsi korunmalıdır. Bu nedenledir ki İmam Sadık hazretleri (a.s) şöyle buyurmaktadırlar: "Takiyye, müminin savunma kalkanıdır."

Bu rivayetteki "kalkan" tabiri, takiyye için kullanılabilecek en mükemmel tabirdir ki takiyyenin savunma aracı olduğunu göstermektedir.

Keza, Ammar-ı Yasir'in (r.a) müşriklere karşı takiyyede bulunması ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) onun bu davranışlarını onaylaması, bütün Müslümanlarca bilinen ve takiyyenin yeri ve şartlarını gösteren en güzel örneklerden biridir.

Savaşlarda orduların uyguladığı kamuflaj taktikleri, savaş sırlarının gizli tutulması...vb. uygulamalar insan hayatında takiyyenin bariz örnekleri sayılır. Çünkü takiyye, açıklanmasının hiçbir fayda sağlamayacağı gibi, zarar ve tehlikeye de yolaçabileceği bir gerçeğin açıklanmamasından ibarettir. Sadece Şia’ya mahsus değil, bütün dünya Müslümanları, hatta akl-ı selim sahibi herkes için apaçık geçerli bir akıl ve mantık hükmüdür.

Bu açık gerçeğe rağmen kimi garazkâr ellerin bunu Şia’ya mahsus bir hüküm gibi lanse etmesi, hatta hem Kur'an'da hem hadiste açıkça hükmü bulunan ve hem bizzat Hz. Resulullah (s.a.a) hem sahabesi ve hem de akl-ı selim sahibi herkesçe uygulanan ve uygulanması lazım gelen böylesine sarih bir hükmü ve şer'i taktiği adetâ "olumsuz bir davranış ve menfi bir tutum(!)" muşçasına göstermeye çalışması bir hayli düşündürücüdür!

12- Takİyyenİn Haram Olduğu Durumlar

 

Biz inanıyoruz ki: Bütün bu suizan ve yanlış düşüncelerin nedeni, bugüne kadar Şia hakkındaki araştırmaların maalesef samimiyetle ve kaynağından yapılmamış olması veya Şia inançları hakkında düşmanların fısıltılarına kulak verilegelmiş olmasıdır. Yukarıdaki kısa, ama öz açıklamadan sonra takiyye mevzuunun aslı-astarının yeterince anlaşılmış olmasını ummaktayız.

Burada şunu da hemen hatırlatalım ki takiyyenin haram olduğu yerler de vardır; yüce İslam dini ve aziz Kur'an'ın veya  İslâmi nizamların ciddi bir tehlikeye düşmesi halinde takiyye etmek haramdır, bu durumda insanın canına mal olsa dahi gerçeği söylemesi, fikrini ve inancını belirtmesi gerekir. Nitekim Aşura günü İmam Hüseyin'in Kerbelâ'da gerçekleştirdiği şanlı kıyam bunun en çarpıcı örneğidir. Ümeyyeoğulları İslam'ın esasını tehlikeye düşürmüş olduklarından, Hz. İmam Hüseyin (a.s)  kendi canı ve en azizlerinin canı, kanı ve esareti pahasına, duruma müdahele ederek Emevilerin gerçek yüzünün görünmesini sağlamış ve uçurumun ağzına  kadar getirilmiş olan Rabbinin yüce  emaneti olan İslam'ın kurtulmasına vesile olmuştur.

13- İslâmÎ İbadetler

Biz, İslam'ın esası olan Kur'an ve sünnetin buyurmuş ve farz kılmış olduğu bütün ibadetlerle mükellef bilmekteyiz kendimizi; bunların başında gelen, Allah'la kul arasındaki en önemli irtibat köprüsü olan günlük beş vakit namazla; imanı takviye etmenin en mükemmel yolu ve nefsin kötülüklerden arıtılarak tezkiye ve tehzib edilip takvaya ulaşmasında en etkili araç olan mübarek Ramazan orucu gelir.

Takvanın etkin vesilesi olup Müslümanlar arasında dostluk, ünsiyet ve kardeşliği güçlendiren Beytullah'ı haccetme farizasını, şer'an öngörülen şartlara haiz her Müslümanın önründe bir kez yerine getirmekle mükellef olduğuna inanmakta; malın zekatını, humsu, iyiyi emredip kötüden menetmeyi (emr-bi'l maruf ve nehy-i  ani'l münker), İslam ve Müslümanlara taarruzda bulunan herkes ve her güce karşı cihadı da bütün Müslümanlara farz bilmekteyiz.

Tabii ki bunlarla ilgili fer'i (detay) bazı hususlarda İslam mezhepleri arasında bir takım farklılıklar vardır ki dört ehli sünnet mezhebi arasında da bu tür detay farklılıkları elbette ki mevcuttur.

14- Namazda Cemetme OlayI

Bu farklılıklardan biri şudur: Yevmiye namazlarının tam vaktinde ve ayrı olarak beş vakitte kılınmasının daha iyi olduğuna, bunun efdal sayıldığına, ama öğlenle ilkindi ve akşamla yatsının cemedilmesinin de caiz olduğuna inanmaktayız. Cem izni, zahmetli durumda olanlar için bizzat Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından verilmiştir.

Sahih-i Tirmizi'de İbn-i Abbas'tan şöyle naklolunur: "Hz. Resul-i Ekrem efendimiz (s.a.a) Medine'de bulundukları halde bir gün öğleyle ilkindi ve akşamla yatsı namazlarını cemettiler, bu sırada ne korkulacak bir durum vardı, ne de yağmur yağmadaydı." İbn-i Abbas'tan, Hz. Resulullah'ın (s.a.a)  bu iki namazı neden cemettiğini sordular,"ümmeti zahmete düşürmek istemedi" şeklinde cevap verdi (yani: "Ayrı kılmak zahmet verici olacaksa, bu şekilde cemedebileceklerini göstermek istedi" denilmektedir.)

Burada şu noktaya bilhassa  dikkat çekmek faydalı olacaktır: Özellikle sanayi komplexleri ve faal üretim merkezleriyle fabrikalarda sosyal yaşamın karmaşık bir ilişkiler yumağında yürüdüğü günümüzde yevmiye namazların mutlaka beş vakitte  kılınması gerektiği şeklindeki bir "olmazsa olmaz" zannı birçok insanın namazı büsbütün terketmesine neden olmuştur. Hz. Resulullah'ın (s.a.a) bilfiil sünnetiyle göstermiş olduğu bu terhis ve cemetme, namaz konusunun günümüz sosyal  yapısında daha kolaylıkla ciddiye alınmasına ve namaz kılmak isteyenlerin bu yüce ibadette  samimiyetle sebat göstermelerine yardımcı olacaktır.

15- Toprağa Secde

Biz namazda secde ederken toprağa veya yeryüzünün diğer parçalarına ya da en azından yenilmeyen ve giyilmeyen şeyler dışında bütün ağaç ve bitkilerin yaprak veya ahşaplarına secde edilmesi gerektiğine inanıyoruz.

Bu nedenle, mesela halıya secdeyi caiz bilmiyor ve secde için bilhassa toprağı tercih ediyoruz. Bu nedenledir ki çoğu Şia, taşınması ve bulundurması kolay olsun diye temiz topraktan kalıp halinde "mühür" denilen küçük toprak kalıpları temin eder ve secdede buna başkoyarlar; böylece secde ettikleri yerin hem toprak, hem temiz olduğundan emin olmuş olurlar.

Bu hususta bizim istinad ettiğimiz dayanak "Yeryüzü bana secde mahalli (mescid) ve temiz kılınmıştır" hadis-i şerifidir. Sihah ve diğer önemli kitapların çoğunda bu hadis mevcuttur.

Burada kimileri hadiste "mescid" tabiriyle geçen kelimeden anlamın "secde edilen yer ve mahal"değil, namaz kılınan yer (Türkçede: cami) olduğunu zannedebilirler; ama bu hadiste geçen arapça "tehurâ" tabiri "teyemmüm edilen temiz toprak anlamında kullanıldığından, "mescid" terimi de cami değil "secdegâh, secde edilen yer" anlamına gelmektedir; yani hadisin mazmunu şudur: "Yeryüzünün toprağı hem temiz, hem secdegâhtır."

Ayrıca, Ehl-i Beyt İmamlarından (a.s) secdede başın konulduğu yerin toprak veya taş vb. olması gerektiği yolunda çeşitli rivayetler ulaşmıştır.

16- Peygamberler Ve Masum İmamlarIn Türbelerİnİ Zİyaret

Biz, Hz. Resulullah (s.a.a)la diğer peygamberler (a.s), Ehl-i Beyt İmamları (a.s) ve büyük İslam alimleriyle evliya ve şühedânın mezarlarının ziyaret edilmesinin önemle vurgulanan bir müstehap amel olduğuna inanmaktayız.

Bu hususta Ehl-i Sünnet'in muteber ana kaynaklarında, bilhassa Hz. Resulullah'ın (s.a.a) mübarek makberinin ziyaretine dair sayısız rivayetler vardır ki Şia kaynaklarında da aynı mazmunda birçok hadis ve rivayete rastlamak mümkün olup bu hadis ve rivayetler başlıbaşına bir kitap olacak kadar fazladır da.

Tarih boyunca büyük İslam alimleri ve Müslüman kitleler buna önem vermiş ve Hz. Resulullah'ın (s.a.a) veya diğer İslam büyüklerinin makberlerini ziyaret hususunda yığınlarca kitap yazılmıştır. Bu konu, bütün Müslümanların icma ve ittifak ettiği önemli konulardan biridir.

Bu arada ziyaretin ibadet sanılmaması gerektiğini de hemen hatırlatalım; ibadet sadece ve sadece Allah'a mahsustur; ziyaretse İslam büyüklerini saygıyla anma ve onlardan Allah indinde şefaat talebinde bulunmadır. Hatta bizzat hz .Resulullah da) s.a.a) kabir ehlini ziyaret eder, Bakiy mezarlığına gider ve ölülere selam ve duada bulunurdu.

Binaenaleyh hiçbir Müslüman bu amelin meşruluğundan şüphelenemez ve bu hususta tartışmaya giremez.

17- AğIt, Yas Tutmak Ve Felsefesİ

Biz, İslam şehidleri için ağıtın ve bilhassa Kerbelâ şehidlerine yas tutmanın onların anısını yaşatacağına, İslam'ın bekâsı ve devamı için onların yaptıkları fedakarlığın unutulmamasını sağlayacağına inanıyoruz. Bu nedenle de sözkonusu günler ve yıldönümlerinde, bilhassa cennet gençlerinin efendisi, müminlerin emiri Hz. Ali'nin (a.s) ve yüce İslam peygamberinin biricik kızı ve Kevser suresinin mazharı, müminlerin annesi Hz. Fâtımâ'nın (a.s) sevgili yavrusunun ve yarenlerinin şehadetine rastlayan Muharrem ayının ilk on günü olan "Aşurâ Günleri"nde yas tutmakta, bu yas programlarında onların yaşamlarını anlatıp İslam yolunda yaptıkları feragât ve giriştikleri büyük işleri gündeme getirip analiz etmekte, yüce hedeflerini hatırlatmakta ve onların büyük ruhlarını saygı ve rahmetle anmaktayız.

Biz Emevilerin İslam için çok tehlikeli bir devlet kurduklarını, Hz. Resulullah'ın (s.a.a)sünnetlerinin çoğusunu değiştirdiklerini, sayısız bid'atler çıkardıklarını ve İslâmi değerleri  yok edebilmek için azmettiklerini görmekteyiz.

İmam Hüseyin hazretleri (a.s) hicretin 61. yılında, İslam'î bir yaşantıyla uzaktan yakından hiçbir alâkası bulunmayan, günahlar işleyen ve laubalilikleriyle ünlü olan ve ne yazık ki babası  Muaviye tarafından hilafet tahtına oturtulmuş bulunan Yezid'e karşı emr-i bi'l maruf ve nehy-i ani'l münkerde bulunmak için kıyam etti; bu şanlı  kıyamda İmam Hüseyin'le evlatları ve yarenleri şehid düşüp Ehl-i Beyt'in bütün kadınlarıyla çocukları esir oldularsa da onların kanları Müslüman ümmetin kurumakta olan din damarına yepyeni ve taptaze bir kan pompalamış oldu; İslam beldelerinin dört bir yanından zalim Emevî iktidarına karşı isyanlar ve kıyamlar başladı ve Ümeyyeoğullarının sarayının temelleri sarsılır oldu ve derken bu zulüm defteri de çok geçmeden dürülüverdi.

Dikkate değer nokta, Kerbelâ kıyamından sonra Emevi iktidarına karşı başgösteren bütün kıyamların "Hz. Muhammed'in (s.a.a) evlatlarını hoşnut etmek ve Hz. Hüseyin'in (a.s) kanını almak için" vuku bulmuş olmasıdır. Hatta Abbasilerin keyfi iktidarları boyunca başgösteren kıyamlarda da yer yer aynı Şiar ve slogana rastlanır .

İmam Hüseyin'in (a.s) kanlı kıyamı bugün biz Ehl-i Beyt taraftarları için her nevi zulüm ve zorbalığa karşı direniş programı ve mukavemet stratejisi konumundadır. Onun Yezid iktidarına karşı haykırdığı  "Biz zillete asla eğilmeyiz!" feryadı ve "Hayat; inanmak ve inancı uğruna cihad etmektir!" Şiarı kanlı Kerbela tarihinin en anlamlı ve en çarpıcı mesajları olup tarih boyunca zulüm ve zorbalığa karşı Hüseynî kan ve kıyamdan aldığımız güçle direnmemize ve hakkın küfre galibiyetini en çarpıcı şekilde gözler önüne sermemize yaramıştır ki bunun en son örneği olan İran İslam Cumhuriyeti İnkılabı'nda da Müslüman kitleler aynı slogan ve aynı inancın heyacanıyla harekete geçmişlerdir.

Kısacası başta Kerbelâ şehidleri gelmek üzere, İslam uğrunda şehid olanların anısını tazelemek, iman ve inanç yolunda canından geçip yiğitçe şehadeti kucaklama aşkı kazandırmaktadır bize; zulme eğilmeden ve daima başı dik yaşamanın ancak bu yolla mümkün olduğunu öğretmekte, zulme ve zorbalığa karşı takınmamız gereken tavrı netleştirmektedir. Bizim her yıl bu şehidlerin anısını tazeleyip onların yasına oturmamızın ana felsefesi bundan ibarettir işte.

Kimileri bizim bu tür yas merasimlerinde ne yaptığımızı anlamayabilir ve meselenin tarihte olup bitmiş bir olay olduğunu ve üzeri küllenmiş bir hadiseyi hatırlayıp durduğumuzu zannedebilir. Ama olay salt bir tarihi vak'adan ibaret olmayıp tamamen mektebîdir; bu anma merasimlerinin geçmiş, bugünkü ve gelecek tarihimizdeki yapıcı rolü olanca çarpıcılığıyla ortadadır zaten.

Uhud Gazvesi'nden sonra Hz. Resulullah'la (s.a.a) Müslümanların; bu gazvede şehid düşen Seyyid-uş Şüheda Hz. Hamza'ya nasıl yas merasimi tuttuğu bütün muteber kaynaklarda kayıtlıdır: Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a) ensardan birinin evi önünden geçerken ağıt ve ağlama sesleri duydu; mübarek gözleri yaşla dolarak "Hamza'ya yas tutan kimse yok!" buyurdu. Sa'd b. Muaz bunu duyunca "Benî Abdul'eşhel" boyundan olanlara giderek bu boyun kadınlarının Hz. Resulullah'ın (s.a.a) sevgili amcası Hz. Seyyud-iş Şuheda Hamza'nın (a.s) evine giderek orada Hz. Hamza için yas tutmalarını istedi.

Bunun Hz. Hamza Seyyid-uş Şuheda'ya mahsus olmadığını ve İslam uğruna şehid düşenlerin anısının gelecek nesillerde canlı tutulması gerektiğini bilmekteyiz; böylelikle Müslüman nesillerin damarlarında daima taptaze şühedâ kanı bulunacak ve onların anısını sürekli hissedebileceklerdir.

İlginç bir tesadüf; bu satırların kaleme alındığı şu sırada hk. 1417 Muharrem'inin 10'u, yani Âşura Günü olmasıdır. Şia dünyası gerçekten baştanbaşa şevk ve heyecan içinde bugün. Çocuklardan yaşlılara varıncaya kadar herkes karalar giymiş Hz. İmam Hüseyin'le (a.s) Kerbelâ'da şehid düşen yarenlerinin yasını tutmada ve yekvücut bir halde bütün Şia dünyası onların anısını tazelemede bugün. Bu yaslı milyonluk kitleler tepeden tırnağa öylesine bir Hüseynî şevk ve şehadet sevdasına tutulmuş ki, İslam  düşmanlarına karşı çağrılacak bir savaşa derhal koşmaya ve aziz İslam için bir çırpıda silaha sarılıp can-u gönülden şehadete lebbeyk demeye hazır halde... Onlar bu muazzam günde sevgili İmamları Hz. Hüseyin'le (a.s) onun yiğit yarenlerini adeta Kerbelâ'da çarpışırken görmekte ve o muazzam sahneleri âdeta yaşamaktadırlar.

Bu Hüseynî merasimlerde istikbar ve sömürüyü reddedici, her nevi zulüm ve zorbalığı kınayıcı, zilletle yaşamaktansa izzetle ölümü teşvik edici şiir ve makaleler okunmakta ve bu mazmunda ağıtlar yakılıp müminlerin bilinçlenmesi sağlanmaktadır.

Biz bu tür merasimleri, özenle korunması gereken büyük sermayeler olarak görüyor; İslam, iman ve takva ruhunun canlı tutulması yolunda en etkili bilinçlenme yollarından biri olarak kabul ediyoruz.

18- Geçİcİ Nİkah

İslam fıkhında meşru bir nikah da fıkıhtaki adına "mut'a" denilen "sadece belli bir süre için kıyılan" geçici nikahtır. Binaenaleyh iki nikah vardır: Süresi sınırsız olan daimi nikah, süresi eşler tarafından belirlenen süreli nikah.

Kimileri, mut'ayı çok farklı bir nikah zannederler, bu zannın tam tersine, mut'a nikahı çoğu yönden daimi nikahla aynıdır. Mihriye, kadının nikaha engel teşkil edecek durumlarda olmaması, dünyaya gelecek çocukların şer'i ve nesebî haklarının mahfuz olması gibi konular tıpkı daimi nikahtaki gibidir; keza, daimi nikahta olduğu gibi bu nikahta da ayrıldıktan sonra mutlaka iddet tutulması gerekmektedir. Evet, mut'a nikahının bu şer'i ölçüler çerçevesinde meşru olduğunu bilmekte, bunun da kendine has özellikler taşıyan bir nikah olduğunu kabul etmekteyiz.

Mut'a nikahıyla daimi nikah arasında bazı farklılıklar da vardır ki bunları şöylece sıralamak mümkündür: Mut'a nikahında erkek, kadının nafakasını vermekle yükümlü olmaz ve eşlere birbirlerinden miras düşmez. Ama çocukları hem anne - babalarından, hem birbirlerinden miras alırlar.

Mut'a nikahının hükmü, Kur'an-ı Kerim'de Nisa, 24'te sarih bir beyanla şöyle buyrulmaktadır:

"Mut'a ettiğiniz kadınların mihrini ödeyin" (yararlandığınız kadınlara ücret (mihir-lerini, tespit edildiği miktarıyla ödeyin).

Büyük müfessirlerle önde gelen muhaddislerin büyük bir ekseriyeti bu ayetin mut'a nikahı hakkında indiğini kaydetmişlerdir.

Ehl-i Sünnet kitapları içinde Taberi Tefsiri'nde bu ayetin mut'a nikahına ait olduğu geçmekte ve birçok sahabenin buna şehadetini gösteren yığınlarca rivayet nakledilmektedir.

Dürr-ul Mensur'la Sünen-i Beyhâki'de de aynı konuda pek çok rivayet vardır.

Sahih-i Buhari, Müsned-i Ahmed ve Sahih-i Müslim ve diğer önemli kaynakların tamamında Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde mut'anın uygulanmakta olduğuna dair (kimi yerde de buna muhalif) çeşitli rivayetler vardır.

Bazı Ehl-i Sünnet alimleri mut'anın Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde olduğunu ve sonra bu hükmün neshedildiğini öne  sürerken önemli bir ulema kesimi de bu hükmün Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde uygulanmakta olup daha sonra Ömer tarafından neshedilmiş olduğuna inanmaktadır.

Ömer'in bizzat şu sözleri, meseleyi yeterince aydınlığa kavuşturucu niteliktedir:

"Peygamber zamanında iki mut'a vardı ve ben bunların ikisini de haram ediyorum, buna uymayanı da cezalandırırım: Biri kadınların mut'ası, biri de hac mut'asıdır (bir çeşit hac) !"

İslam'ın diğer birçok hükmünde olduğu gibi bu hükmü hususunda da Ehl-i Sünnet ravileri arasında görüş farklılıkları vardır; kimine göre Hz. Peygamber (s.a.a) zamanında, kimine göre Ömer zamanında neshedilmiştir; kimi de sayıları az da olsa meseleyi büsbütün inkar etmektedir! Bu tür ihtilaflar Ehl-i Sünnet fıkhında vardır; ancak, Şia fakihleri mut'anın meşruluğu hususunda müttefik ve görüş birliği içindedirler; Şia uleması bu hükmün Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde kesinlikle neshedilmediğine göre, o hazretin irtihalinden sonra da hiçkimsenin Kur'an ve sünnet hükmünü değiştirme yetkisi bulunmadığı görüşündedir.

Biz şuna inanıyoruz ki: Suistimal edilmemesi ve kötüye kullanılmaması halinde (ki bütün hükümler için aynı ihanet tehlikesi söz konusudur (çev-) daimi nikahla evlenme imkanı olmayan gençlerle ticarî, iktisadî, tahsil vb. gibi çeşitli nedenlerle ailesinden ayrı düşen ve uzun yolculuklarda bulunma zarureti taşıyanlar için olduğu gibi çeşitli sosyal meselelerin bir kısmına cevap verici bir nitelik taşıyan mut'anın engellenmesi halinde en azından sıraladığımız konumdaki insanların fuhuş ve zinaya düşme tehlikesi artacaktır. Özellikle evlenme yaşının çeşitli nedenlerle yükseldiği ve bu yetmezmiş gibi şehvetleri tahrik edici faktörlerin de giderek artmaya  devam ettiği çağımızda mut'a yolunun tıkanması halinde fuhuş yolunun açılacağı muhakkaktır.

Bir kez daha altını çizerek vurguluyoruz: Biz mut'anın şehvet düşkünlerinin oyuncağı olmasına ve bu İslamî hükmün kadınları kötü yollara düşürme gibi çirkin amellere vasıta edilmesine kesinlikle karşıyız; ancak bir kanunun bazılarınca suistimal edilmesi  o kanunun kaldırılmasını değil, suistimallerin önlenmesi için gerekli tedbirlerin alınmasını icab ettirir.

19-  Şİİlİğİn Tarİhİ

Şiilik Hz. Resulullah (s.a.a) döneminde varolmuş ve bizzat o hazretin hadisleriyle şekil bulmuştur ki bu hususta çok sarih deliller vardır:

Bu cümleden olmak üzere müfessirlerin çoğu, Beyyine suresinin 7. ayetindeki "İman edip salih amellerde bulunanlar ise; işte onlar yaratılmışların en hayırlılarıdır" buyruğunda geçenlerin kimler olduğu hususunda Hz. Resulullah'tan (s.a.a) şu hadis-i şerifi nakletmektedirler: "Maksat, Ali'yle (a.s) onun Şiası (ona uyanlar-dır."

Ehl-i Sünnet'in tanınmış müfessiri Siyuti meşhur tefsiri "Dürr-ül Mensur"da İbn-i Asakir yoluyla Cabir b. Abdullah'tan şöyle nakleder: "Hz. Resulullah'ın (s.a.a) yanındaydık, o sırada Ali (a.s) geldi, Resulullah (s.a.a) onu görünce "Canımı elinde bulundurana yemin olsun ki bu ve Şiası (ona uyan, onun izinden gidenler) kıyamet günü kurtulacak olanlardır" buyurarak Ali'yi (a.s) gösterdiler; bu sırada Beyyine suresinin şu ayeti nazil oldu: "...İman edip salih amellerde bulananlar ise, işte onlar yaratılmışların en hayırlılarıdır." Bu olaydan sonra Ali (a.s) ne zaman ashabın bulunduğu bir topluluğa gelecek olsa sahabe hep bir ağızdan "Yaratılmışların en hayırlısı geldi!" diye söylerlerdi."

Çok az farklı deyişlerle aynı hadisi İbni Abbas, Ebu Baraze, İbni Mürdeveyh ve Atıyye-i Avfî de nakletmişlerdir.

Görüldüğü gibi "Şia" ve "şii" adı bizzat Hz. Resulullah (s.a.a) tarafından Hz. Ali'yle (a.s) yakın irtibatı bulunup onunla dost olan Müslümanlar için kullanılmıştır. Bu hadis-i şerif, "Şia" adının halifeler döneminde Hz. Ali (a.s) taraftarlarına verildiği veya şiiliğin safeviler döneminde ortaya çıktığı vb. diğer bütün iddiaları çürütmektedir.

Biz, diğer İslam mezheplerine mensup Müslümanlara saygı duymakta, onlarla aynı safta namaza durmakta, aynı kıbleye yönelmekte, aynı zaman ve mekanda haccetmekte ve bütün İslâmî ülkü ve hedeflerin tahakkuku için samimiyetle elbirliği ve işbirliğinde bulunmaktayız; bunun yanısıra Hz. Ali'yi (a.s) imam kabul edip ona uyanların bazı önemli özellikler taşıdığına ve bu nedenle Hz. Resulullah'ın (s.a.a) özel ilgi ve teveccühünü kazandıklarına da  inandığımızdan Hz. Ali'nin (a.s) okulunu izlemeyi tercih etmiş bulunmaktayız.

Evet, şiiliğin ve "Şia"nın bütün tarihi özetle budur.

Bu yalın gerçeğe rağmen bazıları kör bir muhalefet taassubunu bırakamamakta ve şiiliği Abdullah İbni Seba gibi şeylerle irtibatlandırmaya çalışarak "şiilik, bir yahudi dönmesi olan Abdullah b. Seba'nın çıkardığı bir mezheptir" demektedirler. İşin ilginç tarafı şiiliğin böyle bir isimle hiçbir ilgisinin olmaması ve Şia rical kitaplarının tamamında Abdullah İbn-i Seba'nın sapmış biri olarak tanıtılması ve yine bazı rivayetlere göre mürted olduğu için Hz. Ali (a.s) tarafından katline ferman verilmiş olmasıdır.

Bütün bunlar bir tarafa, mesele daha dikkatle incelendiğinde Abdullah b. Seba diye birinin tarihte yaşamamış olduğu hayretle görülecektir! Birçok ciddi araştırmacı bu ismin tamamen uyduruk olduğunu ve Hz. Ali'yle (a.s) onun Şiasını karalamak isteyenlerin kurduğu çirkin bir senaryonun bir parçasını teşkil ettiğini ispatlamışlardır bugün. Her hal-ü kârda bu isim bir düzmece değildir diyenlerin de bu ismin Şia tarafından en azından sapık ve mürted bilindiğini hatırlamasında fayda vardır.

20- Şİa Mezhebİnİn CoğrafyasI

Bu da pek çoklarınca yanlış bilinen konulardan biridir; çoğu kimsenin sandığının tam tersine şiiliğin merkezi ötedenberi İran olmamıştır; bilakis sadr-ı İslam dönemi ve ona yakın yıllarda şiiliğin birçok merkezi olmuştur ki bunların en başta geleni bizzat Medine, Kufe ve Yemen'di. Hatta Emevilerin onca zehirli propagandalarına rağmen (Irak'takiler kadar olmasa da) Şam'da da pek çok Şia vardır.

Geniş Mısır topraklarında da ötedenberi Şia Müslümanlar yaşamıştır; hatta Fatımiler döneminde Mısır, şiiler tarafından yönetilmiştir.[187]

Bugün de çok sayıda Şia Müslümanının yaşadığı ülkelerden biri de Suudi Arabistan'dır, burada "Mıntıka-i Şarkiyye" bir Şia yerleşim bölgesidir. İslam düşmanlarının çeşitli mezheplere mensup Müslümanları birbirine düşürebilme gayesiyle sergilediği türlü oyunlar ve desiselere rağmen buradaki Müslümanlar yekdiğeriyle barış içinde yaşamaktadırlar.

Bilhassa İslam'ın doğu ve batı maddeci güçleri karşısında bir alternatif olarak dikilip bu iki okuldan ümidini iyice kesmiş olan dünya milletlerinin süratle dikkatini çekmeye başladığı çağımızda, İslam düşmanlarının bu yüce dini tezyif edip yenilgiye uğratma yolunda büyük ümitler beslediği en şeytanî yöntem, Müslümanlar arasında mezhep kavgaları çıkararak onları birbirine düşürmektir ki, Müslümanların bilinçli ve uyanık davranması halinde bu oyun ve entrikaların tamamı suya düşmeye mahkumdur.

Ehl-i Sünnet gibi Şia'nın da çeşitli fırkaları vardır, ancak bunların en önemlisi bugün dünya Şia nüfusunun büyük bir çoğunluğunu oluşturan "Şia-i İsna Aşeriyye=Oniki İmam Şiası"dır.

Bugün dünya Şia nüfusunun dakik bir istatistiği yapılmamış olmakla beraber, bu rakamın 200-300 milyon olduğu sanılmaktadır ki bu da yaklaşık, Müslüman nüfusun ¼'ünü teşkil eder.

21- Ehl-İ Beyt'İn (a.s) MİrasI

Şia okulunun izleyicileri, Ehl-i Beyt İmamları (a.s) vasıtasıyla Hz. Resulullah'tan (s.a.a) çok çeşitli konularda pek zengin hadisler nakletmiş, yine Hz. Ali (a.s) ve diğer imamlardan (a.s) da birçok hadis ve rivayet aktarılmıştır ki bunlar bugün Şia maarif ve fıkhının temel kaynağı durumundadırlar. Bu değerli birikimlerin en maruf olanları bugün "Kutub-u Erbaa" (dört kitap) adıyla tanınan "Kâfi", "Men Lâ Yahzuruh-ul Fakiyh", "Tehzîb" ve "İstibsâr"dır. Ancak, daha önce de kısaca belirttiğimiz gibi bu dört kitap veya diğer muteber bilinen kaynaklardaki her hadis ve rivayetin de "kesinlikle muteber" olduğu gibi bir zanna kapılmaması gerektiğini de hemen hatırlatalım. Her hadisin bir senetler zinciri vardır, bu senetlerin herbirinin ricali, rical kitaplarında ayrı ayrı incelenir, senedin bütün ricalleri emin ve güvenilir çıkarsa o hadis ve rivayet "sahih" kabul edilir; aksi takdirde "zayıf" veya "şüpheli" demektir. Bu da çok karmaşık ve dakik bir ilim ve araştırma ister ki ilgili dallarda uzman olan hadis ve rical alimlerinin çalışma sahasına girmektedir.

Binaenaleyh Ehl-i Sünnet alimleriyle Şia alimlerinin ünlü hadis kitaplarında hadis ve rivayetleri toplama yöntemleri birbirinden çok farklıdır. Sıhahlarda; bilhassa Sahih-i Buhari'yle Sahih-i Müslim'de kitaba alınmış olan hadisler sadece yazarın, yani Buhari'yle Müslim'in görüşüne göre sahih olan hadislerdir ve yazarları, bu kitaplarda kayıtlı bütün hadisleri sahih saymakta ve bunlar, Ehl-i Sünnet'in inançları için ölçü ve kıstas kabul edilebilmektedirler. Şia hadis alimleri ise Ehl-i Beyt (aleyhim'us-selam)a ait olduğu söylenen bütün hadisleri kaynak kitaplarında toplamış ve bunların hangisinin sahih olup hangisinin sahih olmadığını ise rical alimlerinin gerekli incelemesine havale etmiştir ki bu da çok önemli bir noktadır.

22- İkİ Büyük Kİtap

Bugün Şianın en önemli kaynaklarından sayılan bir eser de merhum Şerif Razi'nin yaklaşık 1000 yıl önce, Hz. Ali'nin (a.s) "hutbeler, mektuplar ve vecizeler" şeklinde üç ana başlıkta derleyip tanzim ettiği "Nehc-ul Belağa" adlı eseridir. Hem anlam, hem edebî çarpıcılığı açısından eşsiz bir şaheser olan bu kitabı okuyup da etkilenmemek mümkün değildir. Müslümanlar bir tarafa, Müslüman olmayanların da bu kitabı incelemesi halinde İslam'ın Allah, tevhid, ahiret, yaratılış, siyaset, ahlak ve sosyal konulardaki muazzam beyan ve görüşleriyle tanışmaması ve neticede bu yüce dine hayranlık duymaması mümkün değildir.

Şia'ya ulaşan bu büyük miraslardan biri de Sahife-i Seccadiye'dir ki en güzel ve en içerikli dualardan müteşekkil muazzam bir külliyattır. Son decere yüce ve ulvî anlamlar içeren ve fevkâlede eğitici ve öğretici olan bu eşsiz dualar demeti, gerçekte Nehc-ul Belağa'nın bıraktığı tesiri bırakmakta, ancak, bunu daha değişik bir yolla (dua ve Allah'a yakarıp O'na tazarruda bulunma yoluyla) gerçekleştirmektedir. Bu duaların her cümlesi insana yepyeni bir ders öğretmekte ve gerçek bir kulun, sevgili Yaratıcısı'na nasıl yönelmesi gerektiğini en mükemmel haliyle göstermekte, insanın ruhunu ve canını nurla boğarak bütün varlığıyla Rabbine yönelmesini sağlamaktadır.

Adından da anlaşılacağı üzere bu muazzam dualar demeti, Hz. Resulullah'ın (s.a.a) ikinci göbektan torunu ve Ehl-i Beyt'in dördüncü imamı olan "Seccad" adıyla maruf İmam Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talib'e (a.s) aittir; duanın bütün ruhumuza işlemesini, Yüce Yaratıcımız'ın zâtının aşkıyla varlığımızın kavrulmasını ve O Yüceler Yücesi'nin dergahına elimizle birlikte kalbimiz ve bütünüyle ruhumuzun da açılmasını istediğimiz anlarda bu muhteşem duayla kucaklaşmakta ve bahar yağmurlarıyla taptaze bir teravete ve can bulan taze filizler gibi bu duanın doyumsuz pınarından kana kana içmekteyiz.

Şia'nın onbinlerceye varan hadislerinin en önemli kısmı Ehl-i Beyt-i Resulullah'ın (s.a.a) beşinci ve altıncı imamları olan İmam Muhammed Bâkır b. Ali ile İmam Cafer Sâdık b. Muhammed (aleyhimâ selâm)den (Allah'ın selamı üzerlerine olsun) rivayet edilmiş ve yine önemli bir bölümü de sekizinci imam Ali Rıza b. Musa hazretlerinden (a.s) naklolunmuştur. Bu üç imam döneminde Emevilerle Abbasilerin Ehl-i Beyt (a.s) taraftarları üzerindeki baskısı kısmen de olsa azaldığından, sözkonusu üç imam; İslam fıkıh ve maarifinin bütün dallarıyla ilgili çok önemli ve açıklayıcı hadisleri, babaları vasıtasıyla dedeleri Hz. Resulullah'tan (s.a.a) Müslümanlara aktarabilme fırsatı bulmuş ve böylece İslam dünyasına muazzam bir defineyi miras bırakmışlardır.

Bugün Şia mezhebinin Caferî mezhebi adıyla anılmasının nedeni Şia'nın en fazla rivayetinin altıncı İmam Cafer Sadık b. Muhammed (a.s) hazretlerinden ulaşmış bulunmasıdır. Emevilerin çöküş devrini yaşadığı, Abbasilerin de halka baskıda bulunabilecek kadar iktidara henüz musallat olmadığı bir geçiş döneminde yaşadığı için eğitim ve tebliğ faaliyetlerini yürütme imkanı bulan İmam Cafer Sadık (a.s) hazretlerinin hadis, maarif ve fıkıh dallarında 4000'i aşkın öğrenci yetiştirdiği bilinmektedir.

Hanefi mezhebinin reisi Ebu Hanife İmam Cafer Sadık'la (a.s) ilgili olarak şöyle diyor: Şu kısa: "Cafer b. Muhammed (a.s) hazretlerinden daha fakih kimse görmedim!"]

Malikî mezhebinin imamı Malik b. Enes bir konuşmasında şöyle der: "Cafer b. Muhammed'in (a.s) yanına bir süre gidip geldim, bu müddet zarfında onu daima şu üç halden birinde gördüm: Ya namazdaydı, ya oruçluydu, ya da Kur'an tilavet etmedeydi. Bence ilim ve ibadette Cafer Sadık b. Muhammed'den (a.s) daha faziletli birini kimse ne duymuş, ne de görmüş değildir!"

Bu kitapta mümkün mertebe özet yoluna gittiğimizden, Ehl-i Beyt İmamları (a.s) hakkında diğer İslam alimlerinin görüşünü okuyucunun kendi mütalaasına bırakıyoruz.

23- İslâmî Bİlİmlerde Şİa'nIn Rolü

Biz, İslam'î bilimlerin oluşması ve ilerlemesinde Şia'nın önemli bir rol oynadığı inancındayız. Bazı araştırmacılar İslam'î bilimlerin Şia'dan kaynaklandığı inancındadır, bu hususta epey eser de kaleme alınmış olmakla beraber biz, Şia'nın bu bilimlerin temelinin oluşmasında en önemli etken olduğu kanaatindeyiz ki bunun en bariz delilleri, çeşitli İslam'î bilim dallarında Şia bilginlerinden günümüze kadar ulaşmış bulunan temel kitaplardır. Fıkıh ve usul dallarında yazdıkları binlerce eserin önemli bir bölümü bir hayli zengin bir muhtevaya sahip olup kendi dalında bir şaheserdir. Tefsir ve Kur'an bilimleri üzerine yazılmış binlerce eser, akaid ve kelam ilmi konusunda binlerce eser ve diğer İslâmî bilimlerle ilgili binlerce eser... Bunların bir kısmı bugün Şia kütüphanelerinde, bir kısmı da yurtdışında tanınmış kütüphane veya müzelerde umuma açıktır. Bu mekanların müşahedesi halinde durum kolaylıkla açığa çıkar.

Tanınmış bir Şia bilgini bu kitapların bir listesini çıkarmış ve bu listenin sedace fihristi 26 büyük cilt halinde yayınlanmıştır.

Sözkonusu fihrist kaynakça onlarca yıl önce hazırlanmıştır. O tarihten bu yana, geçmiş Şia alimlerinin eserlerini derleme, elyazı ve basma orjinalleri tespit etme ve henüz sayısı belli olmayan yeni kitapların tasnif ve telifi vb. çalışmaların aralıksız sürdüğü gözönünde bulundurulacak olursa mezkur rakama binlerce yeni kitabın eklenmesi gerektiği kolayca anlaşılır.

 

79- Biz, dürüstlük ve sadakatin, İslam'ın vazgeçilmez prensiplerinden olduğuna inanmaktayız. Kur'an-ı Kerim şöyle buyurmaktadır çünkü: "Allah dedi ki: Bu, doğrulara (sâdık olanlara) doğru söylemelerinin yarar sağladığı gündür."

Hatta bazı ayetlerde, kıyamet gününün asıl ödülünün dürüstlük, doğruluk ve sadakat karşılığında verilecek ödül olduğu geçer; imanda, Allah'a verdiği sözleri tutmada, ahdini yerine getirmede ve hayatın bütün boyutları ve safhalarında dürüst olup sâdakat göstermektir bu: "...Allah (sözüne bağlı kalıp doğru olan) sadıkları, sadakatlerinden dolayı mükafatlandıracaktır..."

Daha önce de belirttiğimiz gibi biz Müslümanlar, Kur'an'ın sarih hükmü gereğince günahkâr olmayan masumlar ve doğrularla birlikte olmakla mükellefiz: "Ey iman edenler, Allah'tan sakının ve doğrularla (sadıklarla) birlikte olun."

Bu nokta o kadar önemlidir ki Allah Teâla Resulüne "her işe sadakatle başlayıp her işten sadakatle çıkmayı dilemesini" buyurmaktadır: "Ve de ki: Rabbim, beni (girilecek yere) doğru (sadık) bir girişle girdir ve çıkarılacak yerden de doğru (sadık) bir çıkarışla çıkar ve katından bana yardımcı bir kuvvet ver."

İşte bu nedenledir ki İslam'î rivayetlerde, Allah tarafından gönderilen bütün peygamberlerin ana ilke ve prensiplerinin sadakat, doğruluk ve ister iyinin, ister facirin olsun, hiçbir durumda emanete ihanet etmeme gibi sıfatlar olduğu geçer.

Bu ayet ve rivayetler ışığında biz de, eliniz0deki kitapta elimizden geldiğince meseleleri dürüstçe, samimiyetle ve sadakatle anlatmaya çaba gösterdik, bilgiyi emanet olarak algılayıp sadakatle sunduk ve her şeye rağmen hakkı ve hakikati olduğu gibi beyan etmeyi tercih ettik, umarız bu vazifeyi yerine getirme, hakkı ve hakikati söyleme hususunda Rabbimiz bizi başarıya kavuşturmuş olur: "Tevfik ve başarı elbette ki Allah'ın elindedir."

 

1- Âl-i İmran / 190.

2- En'am / 65.

3- En'am / 50.

4- Enfâl / 22.

5-  Kehf / 49.

6- Tevbe / 70.

7- Âl-i İmrân / 108.

8- Bakara / 286.

9- Hud / 82.

10- Rum / 41.

11-  Ra'd / 11.

12-  Nisâ / 79.

13- Bihar-ul Envar, c:5, s:17, 23. hadis .

14- Bkz: El- Mesâil-ul Mustahdese: Ayetullah Mekarim Şîrâzî.

15-  Usul-u Kâfi, c:2, s:74, Bihar-ul Envâr, c:67, s:96.

16- Câmi-ul Ahâdis, c:1, s:18, hadis: 127. Bu eserde, konuyla ilgili daha birçok hadis geçmektedir. Biz sadece bunlarla yetindik.

17- Mü'min / 28.

18- Âl-i İmran / 28.

19- Vesâil, c:11, s:461, hadis: 6, bâb: 24. Bazı rivayetlerde "Yeryüzünde Allah'ın kalkanı" tabiri geçer.

20- Tanınmış müfessirlerin büyük çoğunluğu bu hadiseyi aktarmışlardır. Bkz: Esbab-un Nüzul: Vâhidî. Taberi, Kurtubî, Zemahşeri, Fahr-i Râzi, Beyzâvî ve Nişâburî'nin tefsirlerinde Nahl Suresi'nin 106. ayetinin tefsiri kısmında da bu hadis aktarılmaktadır.

21- Sünen-i Tirmizi, c:1, s:354, bab: 138 ve: Sünen-i Beyhâkî, c:3, s: 167.

22- Bkz: Sahih-i Buhari'de Cabir b. Abdullah Ensari'den "Teyemmüm bâbı"nda, c:1, s:91 ve Nesâ'nin Sahih’inde aynı senetle aynı adlı kısımda geçer. Ahmed'in Müsned'inde İbn-i Abbas'tan, c:1 s:301 ve Şia kaynaklarında da muhtelif yollarla Hz. Resulullah'tan- s.a.a- nakledilmiştir.

23- Bu rivayetler ve mevzuyla ilgili geniş bilgi için bkz: el-Gadir, c:5, s:93-207.

24- Büyüklerin bu ziyaretlerle ilgili tavsiye ve durumları için daha önce verdiğimiz kaynaklara bakılabilir.

25-  Sahih-i Müslim, Ebu Davud, Nesâi, Müsned-i Ahmed, Sahih-i Tirmizi ve Sünen-i Beyhâki.

26- "Hasan'la Hüseyin cennet gençlerinin efendisidirler." Bkz: Sahih-i Tirmizi'de Ebu Said Hudri ve Huzeyfe'den naklen, c:2, s:306-307 ve Sahih-i İbni Mâce'de "Ashab-ı Resul'ün(s.a.a- Faziletleri" babında ve Müstedrek-us Sahihayn, Hilyet-ul Evliya, Tarih-i Bağdad, İbn-i Hacer’in "İsabe" kitabı, Kenz-ul Ummal, Zehair-ul Ukba ve diğer kaynaklarda bu hadis sıkça geçer.

27- Emevilerin kökünü kurutan Horasanlı Ebu Müslim "Muhammedoğullarının Rızası" sloganıyla Müslümanları arkasına almıştır. Bkz: İbni Esir'in Kâmil'i, c:5, s:372. Tevvâbin'in kıyamı "Ey Hüseyn'in Kanı!" Şiarıyla gerçekleşmiştir. Bkz: Ae, c:4, s:175. Muhtar b. Ebi Ubeyde Sakafi'nin kıyamı da aynı sloganla gerçekleşti, Ae, c:4, s:288. Aynı şekilde, Abbasilere karşı kıyam eden  Fahh olayının sahibi Hüseyin b. Ali de Müslümanları "Muhammed (s.a.a) evlatlarının rızasını kazanmaya" davetle kıyamını başlatmıştır. Bkz: Mekâtil'ut Talibiyyin, s:299, Taberi Tarihi, c:8, s:194.

28- İbni Esir'in Kamil'i c:2 s:163 ve İbni Hişam’ın Siyeri, c:3, s:104.

29- Taberi Tefsiri, c.5, s.9.

30- Dürr-ul Mensur, c.2, s.140; Sünen-i Beyhâki, c.7, s.206.

31- Müsned-i Ahmed, c:4, s:436, Sahih-i  Buhari, c:7, s:16 ve Sahih-i Müslim, c:2, s:1022'de "mut'a nikahı babı"nda ilgiliri vayetler pek fazladır.

32- Sünen-i Beyhâkî, c:7, s:206'yla birçok başka eserde buna yakın ifadelerle geçer. Ayrıca mut'anın Hz. Resulullah (s.a.a), 1. halife Ebubekir ve 2. halife Ömer'in hilafetinin belli bir dönemine kadar  helal olup uygulanmakta olduğuna ve Ömer'in ömrünün son yıllarında bunu haram ilan ettiğine dair el-Gadir'de Sihah ve Sünen'lerden 25 hadis ve rivayet nakledilir. Bkz: el-Gadir c:3, s:332.

33- ed-Dürr-ül Mensur, c:6, s:379.

34- Daha etraflı bilgi için bkz: Peyam-ı Kur'an, c:9, s:259 ve sonrası.

35- Tenkıyh-ul Makaal Fi İlm'ir Ricâl, Abdullah b. Seba kelimesi ve diğer büyük Şia rical kitaplarında.

36- Bkz: Bir Yalancının Düzmeceleri:Abdullah İbn-i Seba: Allame Askeri, Türkçesi: A. Gölpınarlı.

37-  Şia'nın Medine'den bu bölgelere yayılmasının da pek mazlum bir tarihi vardır. Hem Emeviler, hem Abbasiler döneminde olmadık katliam, baskı ve eziyetlere maruz kalan şiilerin önemli bir kısmı bu iki dönemde zindanlarda ve sürgünlerde can vermiştir. Neticede kimi mağribe, kimi de maşrike (doğuya) gitmek zorunda kaldı. İdris b. Abdullah b. Hasan Mısır'a gidenlerden biridir. Oradan Fas'a (Mağrib'e- geçerek Fas'ta İdrisoğulları Devleti'ni kurdu. Hicri 2. yy'a kadar süren İdrisoğulları'ndan sonra Mısır'da da bir Şia devleti kuruldu.

Kendilerini İmam Hüseyin'in (a.s) ve Hz. Fatıma'nın (a.s) oğulları olarak gören bu grup, Mısır şiilerinin yardımıyla burada bir Şia devleti kurdular, bugünkü Kahire şehrini de bu şiiler kurmuşlardır. Resmen hk. 4. yy'da varlığını ilan eden Fatımiler Devleti'nin toplam 14 halifesi olmuş, bunların 10'u Mısır'da ve Afrika'nın ona yakın diğer bölgelerinde hüküm sürdürmüşlerdir. Bugünkü el-Ezher Camii'yle el-Ezher Üniversitesi'nin ilk kurucusu olan Fatımiler adlarını Hz. Fatıma'dan(a.s- almışlardır. (Bkz. Dairet-ul Maarif-i Dehkoda, Dairet-ul Maarif-i Ferid Vecdî, ve el-Muncid Fil A'lam'da "Feteme" ve "Zehere" kelimeleri.)

 

38- Sahih-i Müslim'in mukaddemesiyle; Feth-ul Bâri Fî Şerh-i Sahih-i Buhâri'ye bakınız.

39- Tezkiret-ul Huffaz, Zehebî, c.1, s.166.

40 Tehzib-ut Tehzib, c.2, s.104; Esed Haydar'ın "Kitab-ul İmam Sadık"ından naklen, c.1, s, 53.

41- Bu kitabın adı "ez-Zeriatu ilâ tesânif-iş Şia" olup tanınmış müfessir ve muhaddis Şeyh Ağa Bozorg Tahranî tarafından yazılmıştır. Yazarın bütün özelllikleriyle bu kaynakçaya aldığı eserlerin sayısı 68 bini aşkındır.

42- Mâide / 119.

43-  Ahzab / 24.

44- Tevbe / 119.

45- İsra / 80.

46- Bkz. Bihar'da İmam Sadık'tan (a.s) naklen, c.68, s.2 ve c.2, s.104.